Sövgü
Birisi çekiyor perdelerini dünyanın; çekiliyor o, karanlık köşesine dünyasının. Dönüyor mavi dere zift rengine dışarıda bir yerde. Uzuyor onun bacakları karanlıkta, birbirlerine dolanıyorlar sonra. Bundandır belki kaybediyor yolunu. Buluyorlar onu, o henüz bulamamışken kendini. Metrelerce bacak peşi sıra o küçük gövdenin, sürükleniyorlar bahçesine beş koca meşaleyle aydınlatılmış zihninin. Ne ay ne de yıldız. Gözüne ilişen titrek ışıkları altında meşale ateşlerinin, biraz darı, biraz sarı buğday; bir sandalye, bir masa… Oturtuyorlar onu çürük sandalyeye. Uzun bacaklarını kısaltıyorlar iki kör bıçak ile. Şair henüz düşlememiş olacak ki yaşama sevinci içinde olan bir adamı, biranın dökülüşünü, sonsuzu, masa boş. Fırlatıyorlar masanın üzerine onun fazlalık buldukları uzvunu. Masa iki sallanıp duruyor. Yanaştırıyorlar onu masaya iyice. Masada kenarı tırtıklı bir defter yaprağı.
Söylerlerken onlar; ona, ondan ne istediklerini, pencereden yana çeviriyor hafiften kafasını. Ne ay ne yıldız, mavi dere ziftten hallice. Dönüp onlara sallıyor kafasını hiddetlice iki yana. Karşısındaki suratlar aldıkları yanıttan memnuniyetsiz, yaklaşıyor ona. Biri bir delik açıyor sağ şakağına, diğeri sokuşturuyor oraya ince pembe bir pipet. Az kan, az biraz ilaç, çokça kara mürekkep. Sola eğiyor kafasını yatsın diye sözcükler yattıkları yerde müebbet. Direniyorlar kelimeler dökülmemek için sayfaya ama kapılıyorlar mürekkebin akıntısına. Fakat pek bir düzensiz, pek bir bağlantısız duruyorlar kâğıtta. Avuçluyor bir ara ayağının altındaki toprağı, tükürüyor ardından avcunun içine. Ovuşturuyor ellerini. Sürüyor çamuru kelimelerinin üzerine onları örtmek istercesine. Ama açıyor olacak ki birisi dünyasının perdelerini dünya hala karanlıkken, aydınlanıyor köşesi; belirginleşiyor kelimeleri. Parıldıyorlar. Fakat istemiyor ki o, okunsunlar. Katlıyor artık beyaz olmayan kâğıdı önce ikiye, sonra beşe, sonra da on üçe. Tam atacakken onu çöpe, birisi yapışıyor bileğine. Açıyor o birisi kâğıdı katlanmış olan önce ikiye, sonra beşe, sonra on üçe. İçinden sövüyor o, kişinin gelmişine geçmişine. Çünkü kayadan olma gerçek, bir heyelanla düşüyor şimdi beynine: Yaşadı o bugünü daha önce. Okundu sözcükleri yüksek sesle.
Ve ayrıldı onun ruhu bedeninden, yükseldi göğe. Baktı o. Gördü o her şeyi: Herkes giyinikti, o çıplak. Avcuna alıp üzerine tükürdüğü taştı, değildi toprak. Perdeleri açıktı hep dünyasının, dünya karanlıkken, o savunmasız. Oluyordu yine işte aynı şey, olacaktı hep. Kelimeler örtülmeyecekti hiç ama elleri acıyacaktı, ayakları altındaki taşı avuçlamaya çalışmaktan. Sövecekti o –onu vücudunun dışına çıkarmaya zorladıklarından- gelmişine geçmişine, ona bu yazıyı yazdıranlara.