Beyoğlu'nun Gizemi
Sabahın ilk saatleri herkes bir yerlere yetişme telaşı içinde, yürürken esneyenler ve boş boş bakan gözler arasında nostaljik bir kokuyu takip ediyorum. Zamanın kapsülünde hapsolmuş yaşayan kimsenin görmediği, bilmediği duvarlar arasından geçiyorum. Geçitlerin birbirine bağlandığı merdivenlerden, yokuşlardan karanlığa bağlanıyor yollar, başımı kaldırdığımda melekler karşılıyor beni kapılarda, kulağıma fısıldıyorlar sana neler anlatacağız neler diyorlar… Ölülerin toprağından, ruhların uyuşmazlığına doğru bir tramvaya biniyorum. Duvarlar görselleşiyor, kişiliğe bürünüyor. Enerji bedenlerin yaşamın sırrına doğru ilerliyorum, onlar çok renkli Markiz Pastanesinde buluşmuşlar. Kalabalıkların ve siyah beyaz sokağın içinden sıyrılıyor. Bu mekânın kapısını açıyorum. Bir garson "Oturmaz mısınız?" diyor.
Bu pastanede kimse kimseyi yadırgamıyor herkes kendi havasında, dışarıdaki siyah beyaz yaşamın aksine herkes bir şey üretiyor. Bir şey peşinde, yaşam kıvılcımını arıyorlar hep birlikte adeta… Çevreme baktığımda; kırmızı elbisesiyle dikkat çekici güzelliğiyle bir hanım, bir beyle flörtleşiyor. Bir genç kitabına gömülmüş, bir şair elinde kalem mırıldana mırıldana bir şeyler yazıyor, bir ressam karşı masayı kesiyor ve onu ölümsüzleştirecek fırça darbeleriyle renklerle o anı beyaz kâğıda aktarıyor. Köşede pencerenin kenarında bir yere geçiyorum. Kahve konusunun davetine uyarak sıcak bir fincanı elime alıyorum. Dışarıdaki siyah beyaz insanlara bakıyorum bir de bu mekânın renkliliğine şimdi buradaki insanlar dışarı çıksalar diğerlerine de renkliliklerini bulaştırır mı acaba…
Küçük bir çocuk baktığım pencereye yapışıyor. Ağzı bir karış açık beni fark etmiyor. El sallıyorum, o ise donmuş bir şekilde içeri odaklanmış. Kapıya çıkıyorum, gelsene sana bir pasta ısmarlayayım diyorum. Sevinçli gözleriyle başını sallıyor ve benimle içeri giriyor. Şaşkınlıkla, karşıma oturuyor. "Abla, burası gerçek mi?" Gülümseyerek "Sanırım öyle" diyorum. Çilekli ve çikolatalı kreması bol iki katlı pasta seçiyor, kahvemden bir yudum alıyorum ve onun bakışlarına eşlik ediyorum. Üstü başı kir pas içinde ama yanakları al al dokuz yaşında var ya da yok o kadar güzel yeşil ki gözleri içinde kayboluyorum. Çocuk, o kadar iştahla pastasını yiyor ki onu hayranlıkla izliyorum. “Abla, bu pasta yediğim hiçbir pastaya benzemiyor. Teşekkür ederim.” Sonra pastasını yerken, çevresini yeniden bakıyor ve bu sokaklarda hep dolaşırım. Çeşit çeşit insan görürüm, önlerine bakmadan telaşlı telaşlı bir yerlere gitmeye çalışan insanlar, gülmeyi unutmuş sadece zamanı dolduruyorlar.” Buradaysa herkes şakalaşıyor, mutlu ve kimse birbirine sataşmıyor. Mesela şuradaki amca ceketi ve pantolonuyla şekerci dükkânından çıkmış birine benziyor.
Heyecanlı heyecanlı onu dinliyorum.
"Adın ne senin küçük?"
"Atlas abla, sen hep buralarda mısın? Arada bana pasta alır mısın?"
Küçük, ben de senin gibi yeni keşfettim burayı ama bu güzel bir teklif tabii ki yapabiliriz. Bir gün ve saat belirleyelim. Burada buluşalım. Ne dersin?
Çocuk, gözlerini benden kaçırdı ve sanki hiç duymamış gibi konuşmasına devam etti.
"Bu pastanın yarısını anneme götürebilir miyim?"
"Annen nerede?"
"Evde, hasta yatıyor ona ben bakıyorum. Babam çok içerdi, dertlendikçe anneme söver beni de döverdi. Birkaç gündür eve gelmiyor, aslında umurumda da değil, boş ver abla ortamın havasını bozmayalım. Şunun şurasında birkaç dakika buralardayım. Birazdan, şu insanlara karışacağım ve verilen sözlerin tutulmasını bekleyeceğim."