100
Tatlı bir eylül sabahı, üniversitenin ilk haftası… Yazdan henüz çıkmış şehir, rehavetten kurtulamamış daha. Sabah ve akşamları değişen hava kendini hissettirirken, gündüzleri yaz edalarında. Kampüsün ağaçlarında resmen sesleriyle yarışan kuşlara mevsimin ılık esintisi eşlik ediyor. Üniversitenin ilk dersi Profesör Ecevit Arapkirli’nin. Hakkında çok şey duyduğumuz bu hoca ile tanışmak beni heyecanlandırıyor.
A-1 amfisinin önünde, yıllardır verdiğim emeğin karşılığını almış olmak, gururumu okşuyor. Sınıfa her giren önce şaşkın gözlerle sınıfa, ardından oturmak için seçeceği sıralara bakınıyordu. Ben ise çalışkan öğrenciler gibi en ön sıraya oturdum. Önce tereddüt ettim, sonrasında ilk gün için ön sıraların tehlikeli olduğuna karar verdim arka sıraya geçmek isterken profesör bir hışımla girdi içeri. Hocanın girişiyle değil arka sıraya geçmek, yerimizden kıpırdamak mümkün değildi. Hocanın haddinden fazla dik duruşu, keskin yeşil bakışları, ayakkabısının tok sesi, hızlı girişiyle savurduğu rüzgâr bizi mıh gibi yerimize çiviledi. Gri jilet gibi bir takım vardı üzerinde, kravat takmamıştı, otuzlu yaşların sonunda olabilirdi, genç bir profesördü, rakibim olmamasına rağmen bir kıskanma duygusu kapladı içimi. Sınıfta ki uğultu hocanın girişi ile birden kesildi. Arkasından ona yetişmeye çalışan asistanı ayağı dolanınca yere düştü ve taşıdığı çantadaki zarflar yere savruldu. Bu kadar çok zarfla ne yapacaklardı ki? Sınıftaki gergin hava asistanın düşmesiyle biraz dağıldı, hafif gülüşmeler ve fısıldaşmalar başladı. Asistanının düşmesine tepki vermeyen hoca sınıfın gevşemesine tepki olarak birden arkasına döndü, hafif uzun kumral saçları da yüzüne savruldu. Sınıf artık sessizliği bozmaması gerektiğini anlamıştı.
Asistan yerden topladığı zarfları belli bir intizama koyduktan sonra dağıtmaya başladı. Hoca kalın ve kendisinden emin sesiyle “Sizlere dağıtılan zarflara dokunmuyorsunuz.” dedi. Sözleri emir telakki edildi ve ellerimizi masanın altına, dizlerimizin üstüne koyduk. Yanımdakiyle bakıştık, bu zarflar ne içindi ve neden dokunamıyorduk. Asistan son sıraya zarfları dağıtıyordu ve bitirmek üzereydi, zarfları açacağımız için heyecanlıydık. Asistan, Sayın Profesör diye hocaya seslendi “Zarflar bitti ve dağıtamadığımız bir öğrenci kaldı.” dedi. Hocanın yeşil gözleri aniden büyüdü, burun delikleri titredi.
-Dersime izinsiz giren kim! diye bağırdı ve sesi sınıfta yankıladı. Sınıf daha ne kadar sessiz olabilir diye düşünürken elini masaya vurup “Bir daha sormayacağım, bu sınıfın öğrencisi olmayan ayağa kalksın.” diye ikinci emri verdi. Kimse de bir hareketlilik yoktu, neredeyse kendimden şüphe edecektim, kimse çıksın işte ortaya, okulun ilk günü yaşadığımız şu olaya bak.
-İmza listesini bana getirin, dedi. İmza listesi en arka sıradan, elden ele hocaya ulaştırıldı. Hoca sınıfa son bir bakış attı ve listeye döndü. Tam o sırada orta sıralardan iki kişi ayağa kalktı, başları öndeydi. Hoca iki elini sahiplenircesine masaya dayadı ve kibirli bir şekilde “Evet, dinliyorum sizi. Dersimi nasıl sabote edersiniz?” diye kelimeleri bastıra bastıra hesap sordu.
-Hocam öncelikle çok özür dileriz. Niyetimiz asla dersinizi sabote etmek değil. Biz size çok saygı duyuyoruz zaten. Şeyy, geçen yıl, yani biz birinci sınıftayken, ilk dersiniz çok etkileyiciydi, hâlâ etkisinden çıkamadık. Bu yıl, birinci sınıflara nasıl bir program hazırladığınızı merak ettik de…
Profesörün gergin yüzü biraz yumuşadı, ancak belli etmemeye çalışarak başını kaldırmadan “Daha ne bekliyorsunuz, sınıfı terk edin.” dedi, daha yumuşak bir sesle.
İki arkadaş başını kaldırmadan ve üzülerek sınıftan çıktılar. Bu üzüntü derse katılamamaktan ziyade, hocaya mahcup olmanın üzüntüsüydü. Kapı tam kapanmıştı ki sınıf kapısı “lönk” diye açıldı tekrardan. Gelen kişi sınıfa girdikten sonra kapıyı tıklattı, yarım bir özür diledikten sonra sıraya doğru yürüdü. Bizim profesörün gözleri yine büyüdü. Gerilmekten tüm vücudum kaskatı kesilmişti, şu adamı germeyin ya ayrıca bu zarfları açmaya geçebilir miyiz artık. Hoca yine aynı haşmetiyle, gövde gösterisine devam ediyordu.
-Hey sen, önce şu şapkanı bir çıkar sonra yüzünü bana dön ayrıca bu sınıfın öğrencisi misin, diye sordu. Kıvırcık saçlı bu arkadaş önce lacivert kapüşonunu indirdi ardından hocaya dönüp “Kemal Türk” dedi, sadece. Hoca ismini imza listesinde işaretleyip “İmzanı atmayı unutma.” diyerek listeyi çocuğa verdi. Kemal oturacak yer ararken birden göz göze gelmemizle direk benim yanıma oturdu. Çantasında hiç kalem arama eyleminde bulunmadan direk benden kalem istedi. Tamam, okulun ilk günü de kalemsiz gelinmez ki bu ne sorumsuzluk. Asistan son zarfı da çocuğa teslim edince, hocaya tamamdır bakışını attı.
Profesör sınıfta herkesi tam görecek şekilde kürsüyü ortaladı. Hocada da ayrı bir karizma vardı, az önceki kıskançlığım şimdi de yerini hayranlığa bırakmıştı.
-Zarfları açabilirsiniz, diye seslendi. Birden söyleyince alelacele açmaya çalıştım zarfı, Kemal ise hiç istifini bozmadan, ağır hareketlerle zarfla oynuyordu. “Ne salak bir şey.” diye içimden geçirdim. Zarfın içinden beyaz bir kâğıt çıktı. Sadece bir başlık vardı, büyük ve kalın harflerle “100” yazıyordu. Tüm sınıf şaşkın gözlerle birbirine bakıyordu. Hoca tok sesiyle konuşmaya başladı.
-Evet, tam on dakikanız var, “100” size neyi çağrıştırıyorsa tek cümleyle yazacaksınız.
Sıra arkadaşlarıma baktım, yüzlerinde bir ilgisizlik vardı, herkes sağa sola bakmaya başlamıştı. Ardından hoca biraz daha kürsünün önüne gelip “Bu kâğıda istediğim şeyi yazan, benim asistanım olacak.” deyince işin rengi değişti, herkes hareketlenmeye başladı, telefonlar çıktı ortaya. Hayır, neyi araştıracağımızı da bilmiyoruz. Ecevit Arapkirli’nin asistanı olmak büyük bir ayrıcalık. Ayrıca öğrencilerine yurt dışında eğitim fırsatları da sunuyormuş ama şimdi biz bu zatın aklından ne geçtiğini nerden bilelim. Ben ne olabilir diye kafa yorarken, Kemal’in ilgisizliği beni sinir etti. En sonunda “100” ü bir zaman dilimi olarak yorumladım, kâğıda geleceğe ve teknolojik gelişmelere dayanan bir cümle yazdım, Profesör “Son bir dakika” diyerek, bir hatırlatma yaptı. Kemal Bey’de zarfı açma lütfunda bulunup benden kalemi istedi, ne düşündü de ne yazdı acaba.
Zarfların üzerine isimlerimizi yazıp asistana teslim ettik. Profesör oturduğu sandalyesinden kalkıp “Herkes ayağa kalksın şimdi ve aranızda konuşmadan beni takip etsin.” dedi. Kürsünün hemen sağ tarafında bir kapı vardı, kapının koridora çıktığını sanıyordum. Ancak dar bir merdivenden aşağıya iniyorduk. Ne garip bir hocaydı bu Ecevit Arapkirli, önce zarflar, asistan seçme şekli, gizli merdivenler, gizemli bi havalar. Ben önde, Kemal arkamda peşi sıra sanki bir kilisenin mahzenine iniyorduk. Tarih dersinde bu kadar heyecanlanacağımı düşünmezdim. Dar bir odadan geçip geniş bir salona geçtik. Sergi salonu gibi bir yerdi ancak salonun kenar bölümleri karanlıktı, sadece ortada toplandığımız alanda aydınlatma vardı.
Profesör elindeki zarfları masaya koydu, zarflar sınıfın en arka sırasından toplanıp gelmişti. Yani en son bizim zarflar açılıp okunacaktı. Tüm sınıf aşağı yukarı “100”ü benim gibi yorumlamıştı. Saçmalayanlar da vardı tabi “99’dan sonra yüz gelir.”, “Aklımı kaçırdım, 100.000 fidye istiyorum.” şeklinde ilgi çekmeye çalışan arkadaşlar. Bunları yazanlarla arkadaşlık etmemeliyim.
Benim zarfı okuduktan sonra Kemal’in zarfını açtı, hocanın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gördüm, esprili bir şey yazılmış olmalıydı, ardından Kemal’e baktım. Fikrimden vazgeçtim. Hocanın tebessümü daha çok aradığını bulmanın memnuniyetiydi. Ne yazmıştı bu Kemal, yeni kıskançlık duygularımı şimdi ona yöneltiyordum. Profesör, asistanına “Tüm ışıkları açabilirsiniz.” talimatını verdi, ardından Kemal’in cümlesini okudu. “CUMHURİYET KURULALI TAM 100 YIL OLDU, YAŞA VE YAŞAT!”
Arka fonda “10. Yıl Marşı” bulunduğumuz salon Cumhuriyet Sergi Salonu, savaşa, zafere, canım milletime, askerime, Ata’ya ait fotolar… Çevreme bakındım. Tüm gözler ışıl ışıl, nemli, kalbim pır pır; içimde gurur, onur, özlem ve saygı… Böylesine şanlı bir millete ait olmak… İşte bu bizim, Millet Bayramı… Aynı duyguları yaşadığımız, hepimizin ortak geçmişi, kaderi olan geçmişten acı, emek ve mutlak galibiyetlerle gelen, umutla geleceği inşa edeceğimiz milletin bayramı.
Prof. Ecevit Arapkirli değişik, çok değişik bir adam. Ağzını açıp tek kelime etmeden bize nerelerden gelip nereye gideceğimizi böylesi bir coşkuyla anlattı. Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri…
“Türk Milleti! Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türk’üm diyene!”
ATATÜRK