Mevsim Üçlemesi 2: Mevsim Sıcak Yaz

Bulmuştum onu işte, aylar süren kovalamaca bu gece son bulacaktı. Bahçe çitini beyaz bir sarmaşık gibi saran yaseminlerin hemen önündeydi, buram buram yasemin kokuyordu gece. Gecenin kokusunu değiştirecek adam ise tam karşımdaydı.

Namlunun ucunda öfkem vardı; nefretim ve geleceğim vardı. Tetiğe basmakla dönüp arkama gitmek arasında ise bir uçurum… Sahip olduğum tüm değerlerin sorgulandığı bu kısacık anda tetiğe basmak en kolayıydı.

Arkamdan uzanan bir el beni durdurdu. Hırsla beni durduranı itekledim. Çınar’dı bu kişi, haftalar önce kaçırıldığımda beni arabayla oradan uzaklaştıran ve Kürşat’ı, eski nişanlımı, öldürmemi isteyen kişi de bu zattı. Öfkelenmiştim, ‘Ne yaptığını zannediyorsun sen, işime nasıl karışırsın, bu pisliği öldürmemi isteyen sen değil miydin, ne değişti ha, gözlerini dikme de bir cevap ver.’ Çınar olağanca sakinliğiyle ‘Şimdi de öldürmeni istemiyorum.’ dedi. Kürşat ise hakkında verilecek hükmü bekliyordu. Canı sıkıldığı belliydi, ‘Yeter artık, bitirin bu işi, her şeyin sebebi ben isem, gerekeni yapın.’ 

‘Sen karışma, konuşma ve hatta nefes bile alma!’  O’na söyleyecek o kadar şey vardı ki, içimde biriken… Derin bir nefes aldım ve dişlerimi sıkarak tekrar Çınar’a döndüm.

-Beni neden durdurdun? diye sordum

-Kardeşimin yerini bilen tek kişi O, onu öldüremezsin.

-Nasıl, anlamadım.

-Vaktimiz yok, yola çıkmamız lazım.

-Neler söylüyorsun, nereye gidiyoruz

- Sınıra gidiyoruz, Kürşat’ı da alacağız. O, bizim sınırdan çıkış biletimiz.

Beyaz bir Tofaşın içinde, bunaltıcı hava eşliğinde, sıcaktan ısınmış sularımızla yollardayız. Arabanın hızıyla yüzüme vuran nemli hava… Hava bunaltıcı, araba eski, yol ise uzun ve gri. Arada rüzgarın savurduğu tozlar gözlerimin içine giriyor. Sanki iyi gelecekmiş gibi kafamı biraz daha camdan dışarı uzatıyorum. Buğdaylar başağa durmuş, bazı yerlerde ekinler derilmiş, ay çiçekleri yüzünü güneşe dönmüş. Hepsi de hızlı hızlı geride kalıyor, geride bıraktığım üç ay gibi…

Çınar direksiyonun başında, Kürşat ise elindeki kırmızı kalem ile harita üzerinde işaretleme yapıyor. Ben ise arka koltukta rahatsız bir şekilde otururken geçirdiğim üç ayın muhasebesini yapıyorum. Nişanlanma arifesine geldiğim adamın benim üzerime kurdurduğu şirketler üzerinde nasıl kara para akladığını, beni nasıl kandırdığını, düşünüyorum. Yine aynı adamla, kendimi aklamak uğruna yaptığım mecburi yolculuk. Yanlış kararlar, pişmanlıklar, hatalar, nefret ve öfkenin yönettiği geçmek bitmeyen üç ay..


                                                                              

Sarı, sapsarı buğdaylar      

Hafif bir rüzgar, tozu dumana katar,

Çarşaf gibi serilir ayçiçekleri ile birlikte gökyüzü

Yola revan olan bu garip üçlü

Eski iki aşık, 

Ya da biz öyle zannettik

Yeni iki düşman

Peki, ya aralarındaki adam…. 

Nasıl bir insana dönüştüğüme ben de şaşırıyorum. Dün nerdeyse birinin sebebi olacak iken bugün içimden bir şair çıkması… İnsan denen garip varlık.

Araba ani bir frenle durdu, ortada oturunca bir öne gidip tekrar yerime çakıldım, ne olduğunu öğrenmek için doğruldum. Çınar mahcup bir şekilde kafasını geriye çevirince burun buruna geldik, ‘Kusura bakma, benzinliği son anda fark ettim, biliyorsun her yerden gaz alamıyoruz, malum aranan bir şahısla yolculuk yapıyoruz, kameralara dikkat etmek lazım, hem elimizi yüzümüzü yıkar ferahlarız biraz.’ Sonra Kürşat’a dönüp, kolundan tuttu ve ‘Dikkatleri üzerimize çekecek bir hata yapma!’ diye uyardı, O da başını sallayıp, şapkasını ve gözlüğünü taktı, gözlerimin içine bakmadan kapımı açtı, ben kollarımı bağlayıp çıkmayınca da lavabolara doğru yürüdü. 

‘Hülya Gaz’ tabelasının altında ki termometrede sıcaklık 45 derece gözüküyordu. Tabelası hafif bir rüzgarla gıcırdayan bu benzinlik, burada benzin olup olamayacağını sorgulatıyordu insana, sanki yıllar öncesinde olağanüstü bir hal olmuş da insanlar burayı olduğu gibi bırakıp kaçmış gibi. Sallanan bir tabela, sigara ile karışık gaz kokusu, kirli lavabolar, kimseciklerin olmadığı bu yerde her an bir korku filmi sahnesi yaşanacak hissi veriyor insana. Yine gıcırtılı bir sesle açılan kapıdan kovboy şapkalı, ağzında kürdanla dolaşan bir amca çıktı ve Çınar’a dönüp ‘Ayırlı yolculuğlar gaptan’ diye selam verdi. Çınar, gaz alacağımızı söyleyince amca ‘Ahanda ordadır al işte, doldur deponu be çocuk, sende epten tembel çıktın. Benim kızanlar -çocuklar- ayırsız çıktı beyaa. Bi tenecik Ülyam vardı odu goyup gitti beni, kaldım ya buralarda bi başıma.  Yalnızımdır, arka tarafta yatarım, üc-bej kazanırsam şükür, çok da yorulurum tek. Er bir şeye de ben yetişemem be ya.’ Trakyalı amcanın bu halleri günler sonrasında tebessüm etmemi sağladı, içerden bir pötibör bisküvi alıp çıktım. 

Oturacak yer yoktu, hafif yüksek kaldırıma çömeldiğim yerden uçsuz bucaksız buğday tarlarının rüzgarda sallanışını izliyorum, sıcaktan yanan asfalttan nerdeyse su serapları görünecek, yoldan tek tük geçen araçlar vwe uzaktan bir yerde yanan odun kokusu burnuma geliyor. Çaprazımda duran ve bakımsızlığına rağmen yapraklarını yeşerten ıhlamur ağacı tatlı bir selam verdi bana, çiçeklerini dökmüş olsaydı toplardım belki. Ülkeden kaçak çıkış yapacağım sırada kışa yapacağım hazırlığı düşünmem... Belki de hayat böyle bir şeydir. Hayattan kopmuş olmana rağmen, asla ondan kopamayıştır…  Bu ıssız ve izbe yer, her şeye rağmen nedense garip bir huzur verdi bana. Elimdeki su şişesiyle boynumu ve yüzümü sıvazladım. Karşımda Çınar, benzinliğin çeşmesinde kafasını suyun altına koyup yüzünü yıkadı. Aylardır yaşadığımız bu koşturmada bu hikâyenin en mağdurlarının ikimiz olduğuna karar verdim şuracıkta. 

Kürşat, kirli işlere bulaşmış ve elmas kaçakçılığı yaptığı sırada Çınar’ın kardeşi Neva ile tanışmış ve ona fark ettirmeden onu kurye olarak kullanmış. Son vurgunda tüm elmasları alıp ortadan kaybolunca da elmasların gerçek sahipleri takas için Neva’yı Bulgaristan’a kaçırmıştı. Çınar bir dönem bu kişilerin avukatlığını yaptığı için, Neva’ya zarar vermeyeceklerini biliyordu, aslında biz Kürşat’ı bulup getiren taşeronlardık. Yaptığımız planda Neva’yı teslim alıp, Kürşat’ı onlardan alıp onu polise teslim etmek vardı. Sürecin her aşamasında olmak zorundaydım. Masumiyetimin ispatlanmasını, kimsenin insafına bırakamazdım.

Gözlerimi bağlayıp beni götürdükleri gece peşinde oldukları asıl şeyin elmas olduğunu öğrendiğimde yanımda Çınar vardı ve sonraki tüm günlerde… Ben, kuzenim Ayaz ve Çınar farkına varmadan bir ekip olmuştuk. Bizi Kürşat’a götüren tüm ipuçlarını birleştirmede, yaptığımız tüm planlarda, yaşadığımız tüm maceralarda yana yanaydık. Tüm davalarımda, Ayaz’ın gücünün yetmediği yerde tutuksuz yargılanmamı sağlayan da Çınar’dı. Arkamda ki güç üstümdeki gölgeydi Çınar sanki. Ve ben, bunları bugün fark ediyordum, gözlerinin bile ela olduğunu araba fren yapınca burun buruna geldiğimizde fark ettim. Haftalardır yan yanayız ve ben aslında onu bugün görüyorum. Çömeldiğim yerden onu izlerken göz göze geldik, sanki kafamdan geçenleri anlamış gibi uzun uzun baktı, belli belirsiz bir tebessüm vardı yüzünde sonra elini ensesine götürüp bakışlarını kaçırdı. Bir anda havanın sıcaklığının on derece arttığını hissedip yüzümü tekrar yıkadım.

 

…..

Yaş Nohut İnceleme Videosu!!! ( Annemin Sürprizi ) / Vegan

 

‘Doyran Köyüne Gider’ yazılı kırık tabelayı geçip tozu dumana katarak ilerledik. Sınıra yakın bu köyde geceyi geçirmek için saklanması kolay bir tarla bulduk. Çınar ortalıktan kaybolmuştu, sırtımı dayadığım iğde ağacının altında güneşin batışını izliyordum, beyaz bulutların arasından usul usul ayrılışı, gün dediğimiz gerçekten sıyrılışı, ufaktan karanlığa teslim oluşu… Nihayetinde hava serinlemeye başlamıştı, hafiften bir rüzgar ay çiçeklerini hareket ettiriyor, iğdenin yaprakları hışırdıyor, bacaklarım şiş, karnım aç. Güneşin kızıllığı tüm ovaya yayılmış, uzaktan gelen ekmek kokularına hayvan kokuları eşlik ediyor…Tüm bedenimin gevşediğini hissettim, içim geçmiş. Daldığım kısacık anda beyaz önlüklü, uzun boylu esmer bir kızın getirdiği karpuz ile peynir-ekmek yediğimi gördüm, sessiz gelen adımlarla birden irkilerek uyandım.  Burnumun önüne bir demet yeşillik uzatıldı. Çınar elinde çiçek demeti gibi tutuşturduğu yeşilliği bana uzattı, ne olduğunu anlamadım. Ardından gülerek ‘Bunlar taze nohut, tarlaların birinden derdim, çok lezzetlidir, çerez gibi.’ 


-İlk defa yiyorum, güzelmiş. Yemesi de keyifli kütür kütür.  Hava da ne çabuk kararmış, hatta yıldızlar bile asılmış gökyüzüne. Aaa gökyüzüne baksana, Köpek Takım Yıldızları.

Çınar elindeki nohut tanelerini açmakla meşguldü. Laçin’nin parmağı ile gösterdiği yere baktı, evet bir grup yıldız vardı ama anlayamadı. ‘Şu yıldızların çizdiği rotayı görüyor musun. Baksana, şimdi parmağımı takip et, çizeceğim sana.’ Çınar’ın tepkisizliğini gürünce, yaklaşıp onun eliyle tekrar çizdi. ‘Tamam, şimdi gördüm. Bunlar, muazzam, en sondaki yıldızlar köpeğin kuyruğuna benziyor.’

-Köpek Takım Yıldızı’nda bulunan Sirius, gökyüzündeki en parlak yıldız olarak bilinir. Temmuzun başı gibi Sirius ve Güneş kavuşmasında bir sonraki yıl için herkesin kaderinin yazıldığı söylenir. Kaderimizin yazıldığı bir akşam ha, ne dersin.

Çınar dizlerini birleştirip gökyüzüne baktı ‘Köpek Yıldızı, demek. Astrolojiye meraklısın.’ Laçin buruk bir gülümseme ile parmağını tekrar kaldırıp ben en parlak olanıydım, Sirius… Ruhların Güneşi. O ise, takımın başı, Avcı Takım Yıldızı idi. Avcı, avcı…’ diye yineledi.

Derin ve uzun bir sessizlik oldu, gecenin sessizliğini bozan tek şey durmaksızın öten cır cır böcekleriydi. Laçin sessiz bir şekilde ‘O, nerde’ diye sordu.

-Gözüme görünmesin dedin ya, araba direksiyonuna kelepçeledim, gerçi bu saatten sonra kaçamaz da. Polis ayrı, Vasili Bulgarov ayrı peşinde.

-Ona hiç güvenmiyorum, o yüzden planımızı gözden geçirelim.

-Gece 3’te, Meriç nehrini geçip karşı kıyıda araba ile alınacağız. Sınırı geçme işini Bulgarov halledeceğini söyledi. Bulgarov, Kürşat karşılığında Neva’yı teslim edecek. Kürşat’ı teslim ettikten 3 saat sonra da ikici planı devreye sokacağız. Bundan sonrası Ayaz’da. Ayaz, Kürşat’ı oradan çıkaracak, planına çok güveniyor. Biz, Bulgar sınırında Ayaz ile Kürşat’ı bekleyeceğiz sonrasında ülkeye giriş.

-Kürşat’ın bizimle iş birliği yapmasına şaşırıyorum hala her an yan çizecekmiş gibi geliyor, bu yüzden itidalli davranmalıyız.

-Onun durumu tam olarak çifte açmaz. Bulgarov nobran adamın tekidir, onu yaşatır mı sanıyorsun, bizimle ülkeye dönmenin tüm hesaplarını yapmıştır, teslim olursa avukatlığını yapacağımı da söyledim. Birkaç yıl yatar ve çıkar. Sonuçta, O da piyonlardan birisi. Onun bizimle ülkeye gelmesi, ehvenişer.

Laçin, hırsla Çınar’ın kolunu tutup kendine çevirdi ‘Kürşat’ın bizimle ülkeye dönmesi şart, onu adalete teslim etmek ve aklanmak zorundayım, anlıyor musun?  Kaderinin ve tüm hayatının tek bir insana bağlı olması ne demek biliyor musun? Bu yüzden onun için daha hayırlısını dileyemem!’ son kelimelerde sesi titremişti ve dolan gözlerini tekrardan Sirius ve Avcı’ya dikti. Uzaklardan havlayan köpek sesleri geldi. Laçin bu sefer yarım tebessümle ‘Haa, bu arada mevsimin bu günlerine ‘Köpek Günleri’ denir. Antik Yunan'da yazın bu sıcak günlerinde dışarıya çıkmak için sadece köpeklerin yeterince deli olabileceğine ithafen, “köpek günleri” denilmiş.

-Önümüzdeki günler her anlamda sıcak geçecek desene. Köpek günleri… Çınar bu sefer, gülerek ‘Eyyam-ı Bahur diyorsun, yani.’ dedi.

Gece sınır geçilmiş, sabahın ilk ışıkları ile Bulgaristan’a giriş yapılmıştı ama dikkat çekmemek için gece beklendi, birazdan inilecekti. Ön koltuktan Kürşat, birden arkada oturan Laçin’e uzun ve mahcup bir bakış attı ve sessizce ‘Bunları yaşamanı istemezdim, her şey için özür dilerim.’ Laçin tek seferde ‘Bana yapacağın tek iyilik adalete teslim olmak ve bir daha ağzını açmamak.’

…….

Arabadan indiğimizde iki iri yarı adam Kürşat’ın kolundan tutup bir çuval gibi götürdü. Kürşat birden durdu onları ve dönüp bana öyle bir bakış attı ki…. O son bakışı içime oturdu ardından hıçkıra hıçkıra bir ağlama isteği… Zorla yutkunup, toparlandım. Sonuçta günahkâr olmanın bedelini ödüyordu. 

Bulgarov yapılan takastan duyduğu memnuniyeti anlatıyordu, Çınar’ı sevdiğini ve Neva’yı misafir olarak gördüklerini, şimdi de bize yemek ikramından bulunacağını söylüyordu ama benim aklım Kürşat’taydı. Ayaz’ın planını devreye sokabilmesi için 3 saate ihtiyaçları vardı, Onu buradan nasıl çıkaracak diye endişelenmeye başladım.

Ardından içeriye uzun boylu yaklaşık 1.75-1.80 civarında, saçları beline uzanan, esmer bir kız girdi.  Soğuk bakışları, incecik dudakları, çekik küçük gözleri ile bana baktı sanki tanıyormuş gibi, ardından bakışlarını kaçırdı. Yirmilerinin ancak sonunda olmasına rağmen Bulgarov mutfağı teslim etmiş ona, başarılı bir şefti anlaşılan. Beyaz önlüğünde H. Tuğçe Gür işlenmişti, Türk’tü demek. İnsanlar genelde ilk isimlerini kullanır, ikici isminin yazılmasına şaşırdım. Kıvrak hareketlerle etleri şişe dizdi ve hemen mangala attı. Kaçamak bakışlarını yakalıyordum. Yuvarlak, karakteristik  yüzü, hafif pembe yanakları, masum bakışları da eklersek; kendine has, saf bir güzelliği vardı. Ben bu kızı gördüm bir yerde, ama nerede… Dün uyukladığım yerde bana karpuzla, ekmek getiren kız buydu; bu bir tesadüf olabilir mi? Bunları düşünürken, pişirdiği etleri servis etmek için yaklaştı, tabağın altına gizlediği kitabı kucağıma bırakıp tekrardan ızgaraların başına geçti. Ahmet Ümit’in ‘Patasana’ kitabıydı bu ve içinde bir not vardı. ‘Abla, yarım saat içinde buradan ayrılmazsanız, Bulgarov gitmenize izin vermeyecek’. Ben notun şaşkınlığı içindeyken, lavabodan telaşlı gelen Çınar, kulağıma sessizce ‘Avcı, kaçmış’ dedi. Elimde kitap, kafamda uğuldayan sesler, gözlerimi gökyüzüne çevirdim.

Avcı kaçmış mı? Avcı, avcı… Bir adam bir insanı kaç kere yolda bırakır? Peki, ya diğeri ona kaç kere güvenir?  Bu günlere ne deniyordu, Antik Yunanda?  Köpek günleri, köpek….

DEVAM EDECEK….   



İlginizi Çekebilir

Düğüm

Merve BİÇER

Uzak Vakti

Dilek GÜLCÜ