Kalbi Var Mı Taşların

Ben bir taşım. Onikibin küsur yaşındayım. Aslında bu şekillenip bir bedene kavuşmamın üzerinden geçen yıl. Kim bilir belki de en çok onbin yaşındayım… Soğuklar çok soğuklar oldu, sadece ben değil sanki evren dondu. Sonra eridi o korkunç buzlar, ortalık, yeşerdi. Güneşin, ağacın, yeşilin ne güzel bir şey olduğunu o vakit anladım. Hatta o vakitler yontuldum. Şekil aldım. Sonra neler neler yaşadım siz tahmin edin. Gerçi evet, bazı insanlar, arkeolog diyorlar kendilerine, tahmin ediyorlar… Belki taş diyorsunuz bana, ruhu yok diyorsunuz… Öyle mi? Ah bir bilseniz neler yaşadım, neler gördüm. Bazen güldüm onlarla, bazen ben de ağladım. Hele de benim doğduğum yılları ilkel kabul edip medenileştiğini iddia eden insanın nasıl vahşi olabileceğini gördükçe ağladım, aşındı duvarlarım.  Bir sürü insan gördüm; hepsi insan olmasına rağmen şekilleri, sesleri farklı bir sürü insan. Kimi iyi, kimi kötü, kimi karanlık, kimi aydınlık ama hep kalabalık. Grup halinde geldiler bana, kimi önümde eğildi, kimi dans etti. Bazıları hayvanları kesti, önüme koydu. Hâlbuki ben istemedim. Onları da insanlar gibi seviyordum ben; yabani sığır, koyun, keçi, atgiller, ceylan gibi hayvan dostlarımın başlarını dışarıda yaktılar sonra benim kamusal alanıma getirip bıraktılar. Bana kurban ettiler onları ama ben kutsal değilim ki! Ben bir taşım, T şeklinde bir dikilitaşım. Hayvan sembolizminin yüksek olduğu bir yerdeyim. Üzerimde o hayvancağızların betimlenen şekilleri var. Ben en çok üzerimdeki turna kuşunun betimini seviyorum. Su kuşudur turna, göç ettiğinde anlarız ki tohum atmanın zamanı gelmiştir. Toprak tüm bereketini sanki turnayla bize bahşeder. Buğday, arpa, baklagiller mesela. Arpadan bir içecek yaptılar, içtikçe güzelleştiler. Ritüeller yaptılar önümde. Sonra depremler oldu, kimimiz yerle bir oldu kimimiz yıkılmadan kaldı ama hepimiz toprak altına gömüldük. Uzun çok uzun süre toprak altında kaldık. Sadece böcek ve nadiren kök gördüm, kimileri daha derinde onu bile göremedi. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, kulaktan kulağa fısıldaya fısıldaya bana ulaştı dedikodu: insan yaratıldı dediler. Adı Âdem’miş ama binlerce yıl önce de insanlar vardı. Kafam karıştı. Dedikodu çarkları hep döndü. Bu topraklarda İbrahim diye birinden bahsettiler. Semavi din diye bir şeyden bahsettiler: önce Musevilik olmuş sonra Hıristiyanlık, en son da İslam doğdu dediler. İşte bu İbrahim hepsinin atasıymış meğerse. O da bu topraklarda yaşadı dediler. Çoook uzun yıllar sonra dediler ki bu topraklar peygamber toprakları, hatta şimdi beni bile, benim bulunduğum kamusal alanları bile dinsel alan kabul ediyorlar. Urfa imiş buranın adı. Kutsal kabul ediliyormuş bu topraklar. Bir sürü insan geldi bu topraklara, araştırma yaptılar, Klaus Schimidt buldu bizi, gün ışığına çıkardı. Aslında ilk önce köylüler buldu sonra Klaus baba ve ekibi bizi tekrar havayla buluşturdu. Klaus baba tepenin üzerinde bir ziyaret yerinin varlığını belli eden ağaca baktığında, buranın aradığı Göbeklitepe olduğunu anlamış. İlk önce birileri kafamı okşadı. Sonra fırça gibi bir şeyle gıdıkladılar beni. Derken uzun çalışmalar sonrasında beni o sıcacık güneşe kavuşturdular. Epeyce ilgi odağı olduk. Çok ziyaretçi gördük. Üstelik üstümüz de örtüldü, kardan, yağmurdan, aşırı sıcaktan korunduk. 2008 yılında Göbeklitepe’nin %5’i kazılmıştı. Aradan yıllar geçti, Klaus Schimidt öldü, anlamadık ama çok üzüldük. Arkeolog eşi Çiğdem ablayı kazıdan uzaklaştırdılar. Ama şimdi kazı başkanı Necmi KARUL. Buna sevindik. Gerçi çok uydurma haber yapıyorlar bizimle ilgili, ürün satmak için bile bizi kullanıyorlar. Tarihi bilmeden sallayan sallayana… Bakın beni bile bu çağa ayak uydurdunuz da argoyu öğrendim.

Beni taş sanıyorsunuz ama benim de bir isteğim var, aslında bizim bir isteğimiz var; batıdakilerin şekillendirdiği tarihin anlatıldığı gibi olmadığını, ilk medeniyetin daha batıda değil buralarda, bereketli hilalde ortaya çıkmış olduğunu, bu toprakların yıldızının parlamamasını istiyoruz. Biz Grekten, Zeus’tan çok önce, peygamberlerden bile çok önce bu topraklarda yaşadık. Bize, Sümer’e, Hitit’e, Anadolu’ya gereken önemi ve kıymeti verin istiyoruz. Gerçekleri dünyaya anlatın istiyoruz. Hepimiz: taşı toprağı, florası, faunası, insanıyla bir bütünün parçalarıyız ve yıllar içinde bırakılan bu miras hepimize ait. Özellikle de bulunduğu yere. O yüzden bizi alıp kaçırmayın, oradan oraya değer bilmezlerin elinde paha biçilemeyen rakamlara satmayın. Bizi bulunduğumuz yerde saklayın, koruyun öyle sergileyin. Yol ortasında fütursuzca ayakaltında ezilen, tren yoluna döşenen taş olarak görmeyin! Ha bir de bizi sadece sosyal medyada özçekim için kullanmayın. Bizi öğrenin. Biz sizi seviyoruz, siz de bizi sevin ama koruyarak sevin. Galiba onbinlerce yıl içinde ben en çok arkeologları sevdim, beni sadece taş olarak görmeyen, bir ruhum olduğunu kabul eden, beni okşayarak seven o insanları… O yüzden biz onlara veriyoruz bilgilerimizi, siz de onları dinleyin. Mesela ben onlara verdiğim bilgilerle yani bir arkeolog gözüyle kendimi şöyle tanımlardım:

Ben Göbeklitepe’de bulunan T şekilli bir dikmeyim. Neolitik devrimin bir ürünüyüm, hani yeryüzündeki tüm kötülük neolitik devrimle yerleşik hayata geçilmesiyle başladı dediğiniz o dönemin ürünü. Bizi özel bir mimari forma sahip olacak şekilde yerleştirdiler. Hem bu mimari özelliğimiz hem de üzerimizde betimlenen figürler buranın özel amaçlı kullanıldığını düşündürdü size. Buranın ritüel amaçlı kullanıldığına inandınız. Ancak ritüellerin ne olduğunu ve nasıl yapıldığını hala tam olarak bilmiyorsunuz. Bize iyi bakarsanız size daha çok ipucu veririz.

 


İlginizi Çekebilir

Cam Kalp

Büşra Dilara KARABULUT

Kavimler Göçü

Sedef ERİK