Kutsal Işık

6 Ocak 2000

Cemaatten kalabalık bir grup suya atılan haçı çıkarmak için kendilerini boğazın buz gibi sularına severek bırakmıştı. Suların kutsanmasını temsil eden bu geleneğe “Ta Fota” yani “Işıklar Töreni” diyorlardı. İşte Yorgo tam haçı büyük bir zafer coşkusuyla denizden çıkardığında doğmuştu Violet. Belli ki bu tanrının bir hediyesiydi ve mutlaka Violet’in şansıydı. Önceden düşünmüştü kızının ismini ama 6 Ocak'ta yani Ortodoksların Noelinde doğunca, vaftiz töreninde ikinci bir isim koymayı aklına koydu. Yurtlarına geri döndüklerinde Kapadokya’nın en ihtişamlı kilisesinde kızına okuyacaktı esas ismini. Kırk gün sonra arınıp, yeniden doğma töreninde vaftiz edilirken “Arene” olarak söyledi Yorgo kızına yeni ismini. “Kutsal olan” demekti.

 6 Mayıs 2000

Ab-ı hayattaki sudan içip ölümsüz olan Hızır ile İlyas’ın Hıdrellez'iydi Ziya’nın doğduğu gün. Ne zor olmuştu annesinin hamile kalması, doğumu. Annesi, son çare olarak başvurduğu, Kapadokya’nın en ihtişamlı kilisesinin ayazmasından içtiği suların hamile kalmasına sebep olduğuna inanıyordu. Komşusundan almıştı bu aklı. Şükür olmuştu da. Hamile olduğunu öğrenince abdestini alıp, temizlenip arındıktan sonra uzun bir şükür namazı kılmıştı. Hamile kalması kadar doğumu da zor olmuştu. Ziya sanki tünelin ucundaki o ışığa ulaşmak istemezcesine doğmamak için direnmişti. Annesinin suyu gelse de o gelmemişti. Suni sancılarla doğurtulmuştu. Tam da bu yüzden “ışığı bol olsun” diye aklından geçirmiş, o niyetle koymuştu oğlunun adını Gülce. Doğumunun üzerinden kırk gün geçtikten sonra bebeğini kırklarlarken “adın gibi ışığın bol olsun Ziya’m” diye kulağına fısıldadı pekiştirmek istercesine tekrar, tekrar.

Kapı komşularıydı Arene ile Ziya’nın aileleri. Kapadokya’nın büyülü topraklarından mıydı uysal mizaçlarından mıydı ailelerin sıcak komşuluğu çocuklarına da sirayet etmişti. Sadece sıcak komşuluk değildi; farklı gibi görünen ama aslında birbirine çok benzeyen iki kültürün kaynaşmasıydı bu. İşte Arene ile Ziya bu büyülü coğrafyada masallarla, mitlerle, halk hikâyeleriyle, tarihle büyümüşlerdi. Aynı mahallenin sevimli iki milenyum çocuğunun arkeolojiye meraklı oluşları ondandı. Birbirlerinin hep en iyi arkadaşı, sırdaşı olmuşlardı. O kadar ki üniversite sınavında bile aynı tercihleri yapmış, aynı okulu kazanmışlardı. Şu anda Kapadokya’da yeraltı şehirlerini uygulamalı çalışıyordu sevimli iki kafadar. Kazıda da beraber düşmüşlerdi, daha doğrusu uyumlarını gören hocaları onları aynı gruba almıştı.

Kazıya başlayalı epey olmuştu. Allahtan sıcaklar azalmıştı da rahat çalışabiliyorlardı. Normalde güneşin tepede olduğu saatlerde sahaya çıkmaz başka işlerle uğraşırlardı. Ama bugün hava netameli olduğundan iki kafadar geçen gün keşif yaptıklarını düşündükleri yamacın öbür tarafındaki alana gidip biraz daha inceleme yapmaya karar verdi.

Nevalelerini ellerine alıp, aletlerini sırt çantalarına atıp yola koyuldular. Keşfettiklerini sandıkları bölgeye vardıklarında, etrafı incelerken geçen gün de fark ettikleri tekerlek izleri ile birlikte yeni bir toprak yığını olduğunu gördüler. Hemen oraya yöneldiler. Tümseğin az ötesinde üstü ağaç dalları ile kaplı bir alan dikkatlerini çekti. Dalları çekinerek kaldırınca buranın yer altına inen bir tünel olduğunu anladılar. Heyecanlandı iki kafadar ama bir yandan kim, niye kazmış diye merak da etti. Hocalarına daha doğrusu kazı başkanına haber vermeleri gerekir miydi? Burası kazdıkları saha değildi. Yine de Kapadokya’nın her tarafı açık hava müzesi gibiydi… Sonunda meraklarına yenik düşüp, kimseye haber vermeden mağara tünele daldılar. Ortalık pek tabii ki karanlıktı. Telefonunun fenerini açtı Ziya. Böylece Ziya önde, Arene arkada merakla ve ortalığı inceleye inceleye ilerlemeye başladılar. Sanki uğultu hâlinde sesler geliyordu. Belki bir yerlerde su akıyordu. Kulak kabarttılar ama uğultudan öteye geçmedi sesler. Ancak ilerledikçe sesin duyulurluğu arttı. Meraklarına yenik düşen iki kafadar neyin içine dalmışlardı böyle? Tünel alelacele dikkatsiz oyulmuş, yer yer duvarlar zarar görmüştü. Yapanlara epey söylendiler. Eşsiz bir miras daha kim bilir ne amaç uğruna zarar görmüştü. Bu, tarihe de medeniyetlerin bıraktığı mirasa da ihanetti. Seslere yaklaşınca el ele ve yan yana yürümeye karar verdiler. Sanki az gidip uz gidip dere tepe düz gitmişlerdi ama baksan bir arpa boyu bile yol gitmemişlerdi o koca yeraltı şehirlerini, tünellerini düşününce. Dar tünelde toz iyice artmaya başladı. Yaklaştıkça insan ve kazma sesleri daha net duyulmaya başladı. Bunlar muhtemelen tarihe, kültürel mirasa umursamadan ve dikkatsizce zarar vererek kazan hazine avcılarıydı. Hocalarını aramak gelse de akıllarına, korktular ve polisi aramayı düşündüler. Düşündüler düşünmesine ama artık çok geçti, çünkü telefonları çekmiyordu. O arada tozdan Arene hapşırdı. İşte ondan sonra toz dumana karıştı. Sesi duyan adamlar onlara doğru koşmaya başladı. Onların koştuklarını duyan Arene ve Ziya da koşmaya başladı. Yok yok bu yol arpa boyu olamazdı çünkü bitmiyordu tünel. Derken ayaklarında ıslaklık hissettiler. Nereden gelmişti bu su? Artık ayakları çamura batıyordu. Çok hızlı yükselmeye başlayan su kaçmalarını zora sokuyordu. Şu anda dizlerine kadar gelmişti bile. Su nefes almalarına engel olmadan çıkışa varabilecekler miydi? Düşünmekten bile korkarak seslice “emin değilim” dedi Arene. Aynı şeyi düşündüklerinden mi yoksa kızı çok iyi tanıdığından mı “ben de” dedi Ziya. Bu nasıl hızlı bir yükselmeydi, üstelik suyun debisi de artıyordu ve tünelin ucundaki ışık bir türlü görünmüyordu. Su bellerine kadar yükselmişti, artık yüzmeye başladılar. Bizim kafadarlar önde, adamlar arkada, nefes nefese kâh yüzüyor kâh kulaç atmaktan yorgun düşüp koşar adım yürüyorlardı. Baktılar ki zorlanıyorlar, su ile iyice ağırlaşan çantalarını suya attılar. Çok yorulmuşlardı, üstelik su göğüslerini de aşmıştı. O sırada tünelin ucundaki ışığı gördüler. Su çok hızlı yükseliyordu, boğazlarını geçmiş, çenelerine dayanmıştı. Allah’ım şuncacık arpacık yol nasıl da az evvel dalga geçtikleri dere tepe düz yol olmuştu, üstelik düz de değil yukarı doğru meyilli idi. Su burunlarındaydı. Neredeyse varmışlardı çıkışa. Ancak çıkışa gelene kadar kafaları çoktan suya batmıştı. Ciğer kapasiteleri ne kadardı, dayanabilecekler miydi? Ne de olsa an meselesiydi boğulmak. Ziya, Arene’nin yaptığı yoga ile genelde ohm’layarak eğlenirdi ama bak şimdi işine yarıyordu Arene’nin. Kız zorlanmıyordu nefesini tutarken ama o loş su altında bile Ziya’ın zorlanıp kızardığı belli oluyordu. Arene bunu fark edince suyun kaldırma kuvvetinden de faydalanıp Ziya’yı çıkışa itti. Ziya neredeyse boğulacakken ohhhh diye bir nefesle yeryüzüne çıktı. Adeta zor bir doğum gibiydi bu. O an annesini hatırladı. Doğumunun zor olduğunu söylerdi hep anacığı. Bir daha asla annesi ile dalga geçmeyecekti. Ziya bunları düşünürken Arene hâlâ çıkmamıştı. Kız tam çıkacakken adamlar pantolonuna yapışmış aşağı çekmişlerdi. Ziya’nın bilmediği aşağıda büyük bir boğuşmanın yaşandığıydı. Arene ne kadar tekmelese de kurtulamıyordu adamlardan. Bir ara eli, Ziya’nın elini ararcasına su üstüne çıktı. İşte tam o anda Ziya güzel kızın elini yakaladı. “Kutsal olan” ile “Işık”ın birleşmesiydi bu. Güneş de “Kutsal Işık” dercesine gizlendiği bulutların arkasından kafasını çıkararak eşlik etti onlara… Ziya belki de ilk defa kaybetmekten korkarak sevdiceğini, sımsıkı tuttu yardım arayan o zarif eli. Adamlar aşağıdan Ziya yukarıdan çekiyordu, ortadan ikiye ayrılacak gibiydi Arene. Derken birden kurtuldu ve Ziya’nın çekişiyle suyun yüzüne fırladı. Dışarı çıktığında ooohhh der gibi sesli ve derin bir nefes aldıktan sonra “Ta Fota” diye bağırdı.

Her iki kafadar tünelden hızla akan sulara bakarken adamların bedenleri daha doğrusu ağzı açık boğulmuş halde kafaları daracık alanda yüzüyordu. Arene’nin de Ziya’nın da doğumlarında hep bir su öyküsü vardı ancak az daha ölümleri de sudan olacaktı. Doğum da olabilen ab-ı hayat ile ölümsüz de olabilen su, mezar da olabiliyormuş… Her ikisi bir taraftan bunu düşünürken diğer taraftan mezar kazıcılarına sövüyorlardı. Belki ölmeyi hak etmemişlerdi ama hazine bulmak ümidiyle koca mirası mahvetmişlerdi. Muhtemelen bir su deposunu delmişler ve bu da onların sonu olmuştu. Sanki ırzına geçilen, paha biçilmez medeniyet mirasının intikamı gibiydi olanlar.

Soğuktan titreyen Arene, Ziya’ya dönerek muzipçe göz kırptı sol elindeki Nike idolünü havaya kaldırarak. Daha sular gelmeden, adamlar bizimkileri fark ettiklerinde, Arene’nin kafasına atmışlardı Nike’yi alelade taşmışçasına. Ama sanki Nike kanatlanmış, kafası yerine duvara çarpmış, ayaklarının önüne düşmüştü. Gözlerinde ışıltılar parlayarak hemen kapmıştı genç arkeoloğumuz bu eşsiz idolü. Acaba Zafer Tanrıçası Nike miydi tünelin ucundaki ışığa varmalarını sağlayan?


İlginizi Çekebilir

Eğreti

Handesu GÖÇMEN

Hastane Bahçesi

İrem ATALAR

Satılmış'ın Kurtuluşu

Nazmiye DEMİRCİ