Lina
Yıllardır aradığı sandığını, İstanbul’un diğer ucundaki bir antikacıda olduğunu öğrenen genç kız, her tarafın sisle kaplı olduğu sıcak bir yaz gününde, o sandığı bulmak için yola koyulur.
Annesinin ona bıraktığı hayat ağacı kitabından başka, annesinin ona anlattığı hikayelerinden başka hiçbir şeyi yoktur.
Tamamen keşfedilmemiş doğasıyla, duru deniziyle, okyanusun çok ötelerinde, yarı insan, yarı tül kanatlı, şeffaf elbiseli bir genç peri kızı olarak, botanik şehrin Umman adasında yaşıyordu.
Lina’nın dünyası başkaydı. Bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu annesinin hikayelerinden biliyordu. Ama şeffaf olduğu için kimse tarafından görünemiyordu. Asırlardır kimsenin olmadığı kayıp şehirde, zaman kavramının da olmadığı, varlık dünyasının dışındaydı.
Tam insan olması için vakti geldiğinde yarı insan görünümünden kurtulacaktı. Çünkü kayıp sandığı bulmak zorundaydı. Dünya ile kendi dünyasının arasında tam gün vardı.
Ve bir gün, ölümsüzlük kanatlarını kendi doğasında bıraktı. Sarı saçlarına bakır taneleri serpiştirdi ve kadife vücuduna, ince ketenli kırmızı tulumunu giydi. Gecenin ışığından doğruca çıktı ve bütün şehri bilgisayar gibi taradı. Bir antikacının camında durdu. Antikacı, 18 yaşlarında genç bir delikanlıydı. Lina’yı fark etti ama göremedi. Cama doğru eğilip, sislenmiş camın üzerini kuru bir bezle sildi. Gün ağarmak üzereydi…
Lüksleşen şehrin altını üstüne getirdi. Malum hava sisli ve sıcaktı. Geçmiş zamanı, gelecek zamanı ve şimdiki zamanı iç içe dolaşıyordu. Annesinden kalan evde üç kuşak, anneannesinden kalan evde yedi kuşak yakınları yaşamıştı. Dört kereden fazla kentsel dönüşüme uğrayan tuğla duvarların yerini, betonlaşmış kalıp duvarlar almıştı. Lina’nın İstanbul’a karşı hep bir bağı vardı. Yüz yıllar geçmesine rağmen İstanbul un gizemi aurası hiç bitmiyordu. Lina anahtarı elinde kapı kapı göz açıp kapar gibi dolaşıyordu.
Osmanlı döneminde sandığın başka kişiler tarafından neden kaçırıldığını öğrenince biraz daha geçmişe gitti. Sandığın bu dünyadaki önemini bilen yetkililer sandıktaki bilgileri kuşaktan kuşağa gizlenmişti. İçinde birçok sırrı barındıran bu sandık, tarihler boyu saklı kalmıştı. Onu hiç kimse açamıyor, hatta bulunamıyordu. Bu sebeple dünyada birçok savaşlar yaşanmış. Birçok hikayeler anlatılmış. İnsanlığın başlangıcından bu yana, türlü türlü kötülüklerin, oyunların oynanmış olduğu bir ahit yüzünden…
Lina saçlarına dokundu ve gelecek zamanın ortasında teknolojinin içinde kendini buldu Her şeyin ışıklı ve dokunmatik olduğunu; duyu dünyasına hiç benzemeyen gezegenin, yaratıcılarının beşer insanlarla aynı ortamda olduğunu gördü. Ayrıca fakir fukaranın olmadığı, dijital açlık kalabalığını görünce de aklına yine sandık geldi. Altın renkli anahtarına dokundu ve şimdiki zamana, Antikacıya geri döndü. Etrafa bakındı ve genç delikanlıya sordu: “Burada içi dışı altından sandık varmış, etrafıma bakındım ama göremedim.” Genç delikanlı, öylece kızın güzelliğine bakakaldı. Kızın ne söylediğini ne istediğini hiç anlamadı.
Kız sandığın yedi kat yerin altında olduğunu anladı ve gencin gözü önünde oradan bir anda kayboldu. Genç şaşkınlıkla etrafına bakarak kızı aradı fakat bulamadı. Dış kapıya doğru yürürken camda sisi fark etti ve kuru bezi eline alıp camı sildi. Ne oldu ne bitti hiç anlayamadı. Bir kız görmüştü ama o da gözünün önünde yok olmuştu. Sabah sabah hayal gördüm gibi düşündü. Tam o sırada yerde bir anahtar buldu. Kızın söyledikleri aklına geldi. Buralarda bir yerde sandık olmalı diye düşündü.Dükkânı didik didik aradı fakat kızın tarif ettiği gibi bir sandık mümkün değildi. Onca yıllık eşyaların arasında yoktu. Bir yandan da kızı merak etmeye başladı. Rüya olmadığını fark etti ama ondan başka kızı kimse görmemişti. Peri kızı gibi diyordu. Her cama yaklaştığında onu anımsıyordu. Bir daha da kızı göremedi. Elindeki anahtarla birlikte, sandığı bulmak için oda gizemli bir yolculuğa başladı.