Monet'nin Düş Bahçesi
Yıllar sonra buruk bir sevinçle selamladı İstanbul'u, bindiği taksinin penceresinden. Uçak rötar yapmasaydı gün batımını kaçırmayacaktım diye üzülerek iç geçirdi. Ne çok özlemişti memleket toprağını... Bütün sevdiklerini kaybetmek pahasına arkasında bırakmış, sanki kaçarcasına bir gecede şehri terk etmişti. O anı bir damla gözyaşına sığdırarak tekrar yaşadı. Bütün hayallerini bir sırt çantasına sıkıştırarak idealleri peşinden koşmuş ve görsel sanatlar eğitimi için Roma'ya yerleşmişti. Onun hayal aleminde gezindiğini, yaratıcı kişiliğini, eserekli ruhunun dizginlenemeyeceğini taa ilkokul sıralarında farketmişlerdi oysaki. Ailem dediği insanlar onu anlamalıydı; aklına koyduğunu yapabileceğini bilmeliydiler. Babasının güzel çiçeği Nilüfer; onları çok üzmüştü. Hani bir çocuk doğduğunda adı gibi yaşasın derler ya, o, durgun suların nadide çiçeğinin aksine yabanıl bir noel gülü gibi asiydi. "Özlem kalpleri yumuşatır mı" diye düşündü. Evet evet bütün cesaretini toplayıp karşılarına çıkmalı, sizi çok özledim, diye boyunlarına sarılmalıydı. Yol boyunca ne yapsam ne etsem de kendimi affettirsem diye düşünüp durdu. Bugün yaşanacakları kaldıracak ne hali ne de kendini savunacak gücü kalmıştı. En iyisi geceyi bir otelde geçirip yarın sabah erkenden yanlarına gitmeliydi. Kuzeninin çalıştığı otelde kalmayı planladı. Hem güvenilir bir yerdi hem de oda fiyatı için indirim alırım diye aklından geçirdi. İstiklal caddesi girişinde taksiden indi, geri kalan yolu keyifle yürüyerek şehrin kokusunu içine çekmeyi, her bir yaşanmışlığı duyumsamak istedi. Yeni yılı karşılamak için cadde, yol boyu ışıklı kemerlerle donatılmış, mağazalar ışıl ışıl parıldayan kurdeleler ile süslenmiş, sahibi tarafından kapısının açılmasını bekleyen birer hediye paketine benzemişlerdi. İçlerinden biri ise işe biraz renk katmak istemiş, karla örtülü çam ağaçları, kütükler, mumlar ve noel baba kılığından çok paçalı hint horozuna benzer bir adamı vitrine koymuş, gelen geçene el sallatıyordu.
İnsan selinin akıntısına kaptırmış giderken çok severek takip ettiği resim galerisinin önünde buldu kendini. Kapısında asılı kocaman afişte “Monet İstanbul'da” yazıyordu. Önce gözlerine inanamadı, sonra önünü ardını düşünmeden kocaman bir çığlık attı. Yarın ilk iş sergiye gitmeliydi, çıkışta da ailesinin yanına geçerdi. Çünkü önce eve giderse dışarı tekrar çıkamayabilirdi; bu riski göze alamazdı. Bu gece nasıl uyuyacaktı ki; hayranı olduğu Fransız ressamın eserleri bir adım uzağında onu bekliyordu. Monet’nin pek sevdiği nilüferlerin, adında saklı bu aşkta bir etkisi var mıydı acaba diye düşünmüyor da değildi hani. Hızlı adımlarla otelin yolunu tuttu; vardığında yorgunluktan tükenmiş, havanın soğuk olmasına rağmen ter içinde kalmıştı. Uzun yolculuğun ardından tüm yaşananların heyecan basması etkisiydi besbelli. Kayıt işlemlerini yaparken gözleri tanıdık bir sima aradı, ama çok da uğraşacak hali olmadığından kısa ve net cevaplarla geçiştirip hızlıca odaya çıktı. Artık taşıyamadığı bedeninin bütün ağırlığını, caddeye bakan pencerenin önündeki kırmızı berjere bırakıp bir külçe gibi yığılıp kaldı Bir müddet dışarının coşkusunu izledi. Daha fazla oyalanmadan ılık bir duş alıp yatağa uzandı. Yarını düşündü, büyük bir gün olacak diye hayal ederken göz kapaklarına yenik düştü ve uykuya daldı.
Kimselere görünmeden otelden çıkıp yollara düştüğünde sabahın erken saatleriydi. Tahmin ettiğinden çok kısa bir sürede ne olduğunu anlamadan sergi salonunun önünde buldu kendini. İçeri girdiğinde ülkesi adına haklı bir gurur yaşadı. Çünkü muazzam bir titizlikle hazırlanmış, hiçbir detay gözden kaçırılmadan iş olsun diye değil de aşkla sunulan bir sergi olduğu, ortama nüfuz ettiğinizde hemen anlaşılıyordu; büyülenmemek elde değildi. Monet’nin çok emek ve para harcayarak oluşturduğu Giverny’deki özel bahçesinin ambiyansını tüm sanatseverlerin yakalaması adına; gölete akan suyun, kuşların, esen rüzgarın ve doğanın sunduğu benzer birçok sesin kaydı alınarak özel bir ışıklandırma altında sunulduğu güzel bir ortam yaratılmıştı. Serginin son günleri olması nedeniyle bir hayli kalabalıktı. Nilüfer, anı duyumsamak için yer yer gözlerini kapatıyor, kimseye aldırmadan kendi etrafında dönüyor, kuş seslerinden fal tutup bir anda gözlerini açıp kendini o tablonun içinde hayal ediyordu. Olanlar oldu ve isteği gerçekleşti. Kendini bir anda gelincik tarlasının içinde buldu. önce halüsinasyon gördüğünü düşündü, defalarca gözlerini açıp kapadı, bildiği bütün duaları okudu ama nafile, geri dönemiyordu. Gerçi daha önce de başına geldiği için tanıdık bir duyguydu bu ama onun bir rüya olduğuna inandırmıştı kendini. Bu da bir rüya olmalıydı. Öyleyse elbette uyanacaktı ve muzır bir gülümsemeyi gamzesine kondurup o vakte kadar tadını çıkarmayı hak ettiğini düşündü kendince. Önce sergi salonunun hangi kısmında olduğunu hatırlamaya çalıştı. Müthiş hafızasıyla bütün tablolar ezberindeydi ve kısa tarih hesaplamalarıyla hangi tablonun hangi tarihte nerede yapıldığını kabataslak hesapladı. Monet son 43 yılını Giverny’de geçirmişti. Empresyonizm akımını başlatan resimlerinin çoğunu burada yaptı. Şu an "Gelincik Tarlası" tablosunun içindeysem evine yakın bir yerlerde olmalıyım diye düşündü. Bir yamacın eteğine uzanmış uçsuz bucaksız kıpkırmızı gelinciklerin güzelliğine hayran hayran seyre dalmışken, düşündüğü yerde olmadığını eline konan, gösterişli, asil duruşlu, bugüne kadar gördüklerinden çok daha güzel, göz kamaştıran kadife kırmızısı renginde bir kelebeğin varlığı ile anladı. Dokunmasına fırsat kalmadan göz açıp kapayıncaya kadar sürü halinde gökyüzüne yükseldiler, muazzam bir raks gösterisinin ardından, kırmızının en açık tonuna ulaştıklarında toz olup perspektiften çıktılar. Geriye sadece o şahane kelebeklerin konup uçtuğu yaban otları kaldı.
Babasıyla yaptıkları kır yürüyüşlerini anımsadı, oysa şimdi onun yanında olması gerekiyordu. Çoktan barışıp sahilde dondurma yiyor olmalıydılar. Sakinliğini korumak zorundaydı, başka da çaresi yoktu zaten. Dar patikadan aşağı doğru yürümeye başladı, tek umudu Monet’nin evini bulmaktı. "Işığın delisi bu adam ya" diye güldü, sinirleri de hafif gergin vaziyette... Resme bakarken gördüğüm ışığın gücü neyse, şu an tenimde hissettiğim his aynı. “Büyü gibi... Büyü gibi...” diye bir şarkı tutturdu diline, vakit de geçsin diye. Zaman algısını kaybetmiş durumdaydı. Denizde aylar boyunca akıntıda sürüklenmiş, insan yüzü görmemiş bir denizcinin "Kara göründü" haykırışlarına benzer bir nara ile içini sevinç kapladı. Bu defa tanıdık bir resmin -GüllüYol- içinde buldu kendini. Burası, su bahçesini Monet’nin evine bağlayan güllerle kaplı patikaydı. Evin korkuluklarını kapladığı gibi demirden kemerlerle örülü yolu da hiçbir boşluk kalmayacak şekilde sarmaşık gülleri sıkı sıkıya sarmış, kemerlerden sınırlarını aşıp aşağı doğru sarkmışlardı. Dün akşam caddede gördüğü kemerlerin üstünden damlayan ışık damlaları gibi göz alıcıydı. Burası cennetten bir köşeydi sanki; o kadar büyüleyiciydi ki ne tarafa baksa renklerin ve kokuların güzelliğinden mest oluyordu. Yol boyunca toprağı istila eden gün güzeli çiçekleriyle beraber değişik noktalarda kümelenmiş rengarenk krizantem, gelincik, ayçiçeği, beyaz ve sarı papatya, beyaz ve sarı zambaklar, gülhatmiler de coşup taşmışlardı. Japon köprüsüne vardığında Monet’nin tablosunda görünen ne ise yaşadığı duygu aynıydı. Köprünün üzerindeki çardaktan sarkan beyaz ve mor salkımlar tıpkı bir kraliçenin tacından sarkan değerli taşlara benziyordu. Japon esintili su bahçesinde kırmızı, pembe, sarı nilüferler, bambular ve lotus çiçekleri vardı; salkım söğütlerin gölgesinde keyif çatan şakayıklar, su süsenleri, nil zambaklarını sevmek ve ışığın su üzerindeki etkilerini anbean yaşamak onun için ne büyük bir şanstı. Monet, mavi zambağı pek severdi; gözleri hep onu aradı, görür görmez de koparıp sıkı sıkı saçlarına düğümledi. Gölete eğilip suya yansıyan aksine yakıştı mı diye baktı. O anda bir gürültü koptu. “Eyvah yakalandım!” diyerek şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Ak Sakallı Monet çalıların arasına şövalesini kurmuş, resim yapmaya hazırlandığında Nilüfer’i çiçek koparırken görmüş ve öfkeden çılgına dönmüştü. Bir elinde fırçası bir elinde paleti “Gel buraya!.. Kaçma!.. Sen benim çiçeklerimi nasıl koparırsın küçük hanım” diye bağırıyordu. Küçük Hanım, bu durumdan öyle utandı ki karşısına çıkacak cesareti bulamadı. Saklanmak için gölete daldı. Monet’nin ileri katarakt rahatsızlığı, onu, yakalamasına engel olmuştu; homurdana homurdana resmine döndü ve kaldığı yerden devam etti. Nilüfer, uzun bir süre suda hareketsiz beklemek zorunda kaldı zira işin ucunda eve geri dönememek de vardı. Topuzuna taktığı mavi zambak dalı aklına geldi ve haline gülmeden edemedi. “Ah babam, bak kızın sonunda gerçek bir nilüfere dönüştü”dedi. Işığın delisi Monet’nin, boş bir anını kollayıp sudan çıktı, başındaki çiçeği çıkarıp pembe japon şakayıklarının arasına bıraktı. “Uyanmak istiyorum artık” diyerek ellerini alnına götürüp işaret parmaklarını şakaklarına dayadı, gözlerini kapatıp otel odasında açtı; sırılsıklam olmuştu. Bu kadar çok nasıl terleyebildiğini kendine kendine sorarken gördüğü rüyanın etkisiyle olduğu kanısına varıp elleriyle gözlerini ovuşturdu. “Gerçek gibiydi” dedi seslice “Evet gerçek gibiydi” derken ellerinden gelen çiçek kokusunu fark etti ardından saçlarının arasından çıkan ot parçasını. “Saçmalıyorsun Nilüfer, hadi kalk artık çok işin var” diye kendi kendini geçiştirdi. Hızlıca hazırlanıp otelden ayrıldı, önce sergi salonuna sonra da eve geçecekti; programı dünden belliydi zaten. Sergi salonuna geldiğinde deja vu hissine büründü. Bire bir rüyasıyla aynı şeyleri yaşıyor, aynı duyguları yansıtıyordu, Her ne kadar gördüğü rüyadan mutluluk duysa da gözlerini kapatıp yeni bir maceraya atılacak gücü de, cesareti de yoktu. Tek tek resimleri incelerken Japon köprüsünden su bahçesi izleniminde bir detay fark etti, saçlarından çıkardığı mavi zambak bıraktığı yerdeydi, yaşadıklarını, izlenimlerini, hissettiklerini tekrar tekrar düşündü, işin içinden çıkamadı, şaşkındı. Kafasında deli bir soru yağmuru başladı.
Bütün bunlar gerçek olabilir miydi?.. Yoksa şu an bir rüya mıydı?.. Kime göre?.. Neye göre?.. Öyleyse; gerçeğin tanımı neydi?